söz bende şimdi, onu
hüznün elinden aldım,
layık olmaksızın, çünkü ben
nasıl daha layık olabilirim
bir başkasından - ben ki,
kendim, gökten düşüp
içimize yayılan o korkunç
ve yabancı, bu dünyanın
bütün güzelliklerine ve
kötülüklerine katılan bulut
için, bir kaptan başka
bir şey değilim.
(ey aydınlığın acısı, öteki
ateşlere çok benzeyen,
hak ettiğimiz hastalıktan,
ortak acılarımızdan kaynaklanan
ateşin acısı!)
bırak, kaplasın bir sessizlik
yüreğimi, kararıncaya kadar
ortalık, ve neyse beni
aydınlatan, yeniden karanlığa
geri verilene kadar.
evet, bu acı içinizde
olduğu içindir ki, yaptığınız neyse
yaşamınız için, aslında
yapılmıyor yaşamınız uğruna,
ve neyse çabanız onurunuz için,
aslında yaramaz onurunuza.
ecinnilerin kahkahalarıyla yanar,
dipsizdir, taşma noktasına kadar
bizi düşünen şu mutsuz yaşamın
kapları. çarptı mı biri ötekine,
çıkmaz bir ses, çünkü engellenmez
göz yaşları, yuvarlanırlar dilsizce
uçurumdan uçuruma ve yitip
gittikleri en sonuncusu,
karşı koyar hep işitmemize.
ey, aşkın dilsizliği!
parfen rogojin, bir tüccarın oğlu,
bilmez bir milyonun ne olduğunu.
kış gecelerinde arabası
durur dünyanın satılık sokaklarında,
ama kullanamaz o yolları.
karlara saçar parasını,
çünkü o karlar, ölçütüdür
senin yanaklarının, nastasya filipovna,
adın, tehlikeli bir kıvrımdır her dudakta,
derler ki, karla ölçermişsin yanaklarını,
rüzgarların yuvasıymış saçların,
(hercaidir, demiyorum onlara),
ve gözlerin bir dar boğazmış, arabaları
yuvarlanırmış içine, karmış onları
sayan ve karlardan alırmışsın
yanaklarının ölçütünü.
totzki - bu kadarı fazla herhalde,
istirahate çekilmezden önce: bakışı
bir çocuğunki, kollarında olan, geçmişti,
ve şimdi bakışların ve dudakların zamanı,
ikinizi birden gelip kucaklayan.
ganya ivolgin, bir bağ kurulduğunda
herkesin arasında,
o zaman senin ellerin olacak
o bağlara düğümleri atan,
çünkü iyi beceremiyorsun gülümsemeyi.
kendin için çok şey diliyorsun,
oysa çok az kendinden istediğin.
tek bir tutku kıpırdanmakta içinde:
sen tekerleklerin altında son bulmadan,
başkalarının bindikleri arabaların
devrildiklerini görmek istiyorsun.
general epantşin - rastlantılar değildir
bizleri götüren kaçtıklarımızın yakınına.
tıpkı kaçıp saklanışımız gibi çocuklara,
sığınırız söylemeye korktuğumuz arzulara
ve onca acizken kendimizi koruyabilmekten,
dikiliriz koruyucu olarak başkalarının kapılarına.
peki, ne olur kaçırılan?
hoşgörü dilenmeyen bir gençliğin
artık soğumuş düşleri mi?
yetkinlik mi o halde? ve yalnızca
bilmecesiyle yetindiğimiz bir güzellik mi?
evet, aglaya, bundan böyle sende
ancak giremeyeceğim bir dünyanın
habercisini, tutamayacağım bir vaadi
ve koruyamayacağım bir değeri
görebilirim.
görünüşte kavuşmuş olarak yaşama,
ve bizden bir ifade takınmamızı isteyen
gezegenlerce baştan çıkarılmış biri
kimliğiyle, sınırsız müzik eşliğinde
gördüğüm, dilsizlerin devinimleridir.
adımlarımız, bize kadar
varabilen birkaç ezginin yetersiz
tınılarıdır yalnızca.
dur! yalvarırım sana,
varolan tek aşkın sureti,
aydınlık kal kirpiklerinle
kapat gözlerini dünyaya,
güzel kal, tek aşkın sureti,
ve kaldır alnını
kuşkunun şimşeklerinden.
öpüşlerinle dağıtacaksın onları,
bakarsan eğer, herkesin
olduğun aynalara,
uykunda bozacaksın çehreni
hakiki ol ve karlara yılları geri ver,
kendinle ölç kendini yalnızca, bırak kar tanelerini
yalnızca okşayıp geçsin tenini.
bu da bir dünyadır:
bir eski yıldızdır, yalnızca
çocuk yaşlarımızda ülke dediğimiz;
zamanın yağmuru gibi indiğimizde
havuzlara, neşeli zamanların birikimleri gibi.
bir oyuna ait olsa da, rüzgarda
bir salıncak ve bir kahkaha,
hem yukarda, hem de aşağıda;
bu da bir hedeftir, kendimizin tutkunu
olmamak ve şaşırmak bütün hedefleri;
ve bu da müziktir,
yani budalaca bir tınıyla,
hep aynı,
tek bir şarkıyı, bize bir sonrayı
vaat eden bir şarkıyı izlemek.
sakın düşme, orkestranın
dünyaya düşman kargaşasına,
düşersin, eğer şimdi bırakırsan kendini
ve teninle konuşursan fani bir dilde.
yaşamımın her anına bir yabancı
anı da ekliyorum, gizliden içimde
hep taşıdığım bir insana ait olan,
ve o insanın yüzünü hiçbir zaman
bana unutturmayacak bir an'ı.
(akşamları içten olgunlaşan
bir yüz değil bu!)
sabaha doğru esen, küf yeşili ve
bir zindan gecesinin kırağıyla kaplı
bir yüz, gözlerin üzerinde ise
bir zamanlar göğe açılmış parmaklıklar.
uyku kaçar, hapisteki adamın buz kesmiş
uzuvlarından.
nöbetçinin adımları göğsünde yankılanır.
sonra bir anahtar, iniltilerin kapısını açar.
söyleyecekleri olmadığından,
anlatamadığından derdini de kimseye,
zindanına et ve şarap getirirler,
insanları sevmek adına.
ona gelince, dalmışken
giyinmenin telaşına,
ne yapılan iyilikleri anlayabilir,
ne de verilen buyruğun
amansızlığını.
zaten uzun bir yaşam başlayacaktır,
kapı açıldığında ve açık kaldığında,
yollar, yollara kavuştuğunda ve
bütün bir halkın seslerinden oluşan
çağlayan onu aşağıya, bütün dünyanın
katil yargıçlarının idam kararlarıyla
besledikleri kan denizinin
kıyılarına sürüklendiğinde.
ama şimdi bir ortak noktamız var,
verilen hükümle; o hüküm ki,
yüzü tamamen hakiki olan bu adamın,
başını dikkatle koymazdan önce
celladın sehpasına, bir hakikate
vardığına da söyler
(oysa bembeyazdır
yüzü ve hareketsizdir,
ve kafasından geçebilecek
düşünceler belki de önemsizdir,
o, yalnızca celladın ceketindeki
paslı düğmeyi görür.)
bir ortak noktamız da
mahkumla, değilmi ki o, bizi
hakikatin, bizim hazırladığımız
cinayetle, bize hazırlanan
cinayetten önce geldiğine
inandırabilmekte.
ve şimdi var önmümde bir cinayet,
ben de birini işlemek üzereyim,
bu hakikate ilişkin bütün olasılıklara,
hem onu yaşatmak için, hem de
ölümümüz için gerekli cesaretle.
gelgelelim bu ölümlülüğümle
hiçbir şey öğretemem,
ve öğretebilseydim bile,
bunu ancak sözünü ettiğim anda
yapabilirdim ve kalmazdı artık
o an herhangi bir söyleyebileceğim.
kefaletim, bundan uzun süre önce
bu dünyada yaşamış ve kendisine
hep tuhaf denmiş birine aittir, bir
şövalyeye, ama bugün ne diyebilirim
böyle birine, artık bir erdem sayılmazken,
saraylarda ve şatolarda değil de,
yoksulluk içersinde yaşamak?
özensizdi giysilerine günler boyunca,
ta ki biri omuzlarını saçaklarla donatıp,
onu, utanca ve sabrın sonsuz huzuruna
tahammülsüz bir ışığa boğana kadar.
savaşı lanetleyenlerdir bu ışıkta
çarpışmak için seçilmiş olanlar.
onlar serperler tohumları
dünyanın ölü tarlalarına,
bütün bir yaz boyunca
ateş hatlarında yatarlar,
onlar bağlar bizim için
ekin demetlerini
ve rüzgarın şehitleri olurlar.
hazırlık zamanlarında yaklaşmadım kentlere
ve aşk uğruna yapıldığı gibi, tehlikeli yaşadım.
sonradan bir akşam toplantısına katıldım
ve bir idamdan söz ettim. böylece yine yanıldım.
bir fırtınanın elinden oldu ölmüm
ve şöyle düşündüm: demek dünya, bunca aydınlık
ve çılgın,
nerede karartsam çayırları, rüzgar toprak atmakta
bir haçın üstüne ve bırakmakta beni yüzüstü yatmaya!
atılan mavi taşlarla uyandım ölümden.
yıldızlardan örülü bir yüzün kırıklarıydı.
ve şövalyelerin tarikatından kovulmuş,
baladlardan da atılmış biri olarak,
bir yol bulmaya çalışıyorum şimdiki zamanda,
parçalanmış güneşlerin toza dönüştüğü,
gölge oyunlarının da,
göğün sağır duvarlarında
değişimlerden medet umarak,
çocukluk
dualarımın bir zamanlar ki
inançlarından düşlerde ona
bir kumaş dokudukları ufuklara
uzanan bir yol.
parçalanmışsa da çelenkler,
inciler dökülmüşse bile,
madonnaların mavi kıvrımlarına
kondurulan öpücük, onca gecenin
esrikliğinin ardından tadını yitirip,
daha ilk solukta girintilerdeki
mumları söndürse de,
ben, inançsızların kapkara kanlarından
çıkıp kendi kanıma giriyorum
ve kurbanlarımızı aşağılayan
bir öykünün son yankılarına
kulak veriyorum.
bir zaaf var içimde, deliliğe çanak tutan,
istediği, kapatmaktır yolumu
ve koparmak beni özgürlüğün kucağından.
anafora boyun eğen bedenim,
tam zamanında kaçtı onu
parçalamak için havaya kaldırdığım
bıçaklardan. şimdi aynı beden,
onu saran solukla birlikte,
ve benim soluğumun eşliğinde,
kaymak istemekte aşağılara,
kanıtlmaka için, dudaklarımın
sorgulamadığını benim yaşamımı,
bir de, yaradana yaratabilmemiz için
varolan koşulları.
kıskanacak değilim kolay uçanları,
yani bu kuş sürüsünü,
pek çok yere değip geçen ve
en hızlı uçuşlarda bile,
bıkkınlık içersinde olanları.
nereye gittimse, taşların altında buldum kendimi,
kırlaşmış ve güvenmek yüzünden kargaşaya
düşmüş taşların altında.
kesinlikle biliyorum ki, senin yüzün de,
onca yaşlanıp çöktü ve uzandı yanıma,
buz beyazı çağlayanın altına,
ilk ben kurmuştum orada yatağımı,
ve öldüğümde, gözlerimin önünde
el değmemişliğin çöküşüyle,
yatacağım o çağlayanın altında
feragate güvenmeye başladım artık.
seni isteklerime yeğlemem midir ağlamanın nedeni?
sen, kısa bir yazgı seçtin: benim zamanımı, ve ben,
birlikte uyuduğun, bu dünyanın dışına çıktığın
bütün düşlerin yıkılıp gitmesini istiyorum.
bir tesellim yok senin için.
dağların hareket edişi başladığında,
taşlara özgü bir duyguyla ve yaşları
belirsiz, bir gece korkusunun zemininde
ve çok büyük bir tedirginliğin kapısında,
biz, seninle birlikte yatacağız.
yalnızca bir kezdi mehtabın hoşgörüsü.
yüreğimizin dallarının arasına
aşkın daha bir yalnızlık kokan
ışığı dökülmüştü.
ne kadar da soğuk bu dünya,
ve gölgeler, ne kadar da
çabuk sarmakta köklerimizi!
ödünç bir sözle geldim, yoksa
elimde bir ateşle değil, ve suçlusuyum
her şeyin, ey tanrım!
birbirleriyle değişildi çarmıhlar,
ve biri hiç taşınmayacak.
zayıf bir sesle övüyorum
senin yargının katılığını,
ve bağışlanmayı düşünüyorum,
daha sen bağışlamadan.
korkunç keşiflerde bulunuyorum,
içimde korkunun uyanıp önüme
ışık tuttuğu yerde, her şeyden
suçlu olduğumu ve cinayetimi
anlıyorum, o suç ki, hemen bu gece
onunla gelmek zorundayım senin gecene,
umarsız bilgimi ise
feda etmek istemiyorum vicdanıma.
sen sevgi ol, ben, hafif bir ateşle
yaratıldım senden ve ilence uğradım
ateşler içinde kavrulanların arasında.
karanlıkta, önünde hepimizin
eşit olduğumuz o körlüğün bilinciyle,
itiraf ediyorum her şeyin suçlusu olduğumu,
çünkü sen, bizi görmediğinden bu yana,
yalnızca bir sözcüğü önemsemektesin.
açıl bana! kapandı bütün kapılar, şimdi gece vakti,
ve ne varsa söylenecek, daha söylenmedi.
açıl bana!
çürümüşlükle dolu hava ve dudaklarım
daha öpmedi mavi pelerini.
açıl bana!
elinin çizgilerinde okuyabiliyorum şimdiden,
alnıma dokunmakta ruhum, geri götürmek için.
açıl bana!
gizlidir yarın konuşacağım dudaklar,
bu gece istediğim seninle uyanık kalmak
ve ihanet etmeyeceğim sana.
sessizliğin idam sehpalarında asılıdır çanlar
ve şimdi uykuya çağırmaktalar,
uyu o halde, çanlar uykuya çağırmaktalar.
sessizliğin idam sehpalarında çanlar
dinlenmeye çekilmekteler, bu, ölümdür belki de.
gel o halde, artık çekilmek gerekiyor dinlenmeye.
INGEBORG BACHMANN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder