30 Aralık 2008 Salı

Geçmiş Zaman Elbiseleri


-Bilmem... diyordu, kimbilir, belki ...Bunlar bana o kadar garip, olmayacak şeyler gibi geliyor ki...Bu evde, bütün bu eski şeyler içinde, bu eski zaman elbiseleriyle kendimi o kadar başka bir dünyanın adamı ,o kadar yaşadığım zamandan ayrı buluyorum ki...(Bir müddet düşündü)Demin beni eski masal kadınlarına benzettiğiniz zaman ben size niçin olmasın, demiştim.Doğrusunu isterseniz yavaş yavaş bende kendimi onlardan biri gibi, hiç olmazsa babamın uydurduğu bir masalın kızı gibi görmeğe başladım ve içime sonuna kadar, böyle tek başıma, bir başkasının gördüğü bir rüya olarak kalmanın korkusu çökmeğe başladı.Oh, ne mesutsunuz bilseniz.... Geniş dünyada, kendi hayatını yaşamak, günlerin çıkrığını kendi ruhunun ilhamlarıyla çevirmek....

Ahmet Hamdi Tanpınar 'Geçmiş Zaman Elbiselerin'den

23 Aralık 2008 Salı

yürüyen adam


yürüyen adam



alnı yukarda
kırmızı boyun atkısı rüzgarda
yürüyor.

yürüyor adım adım
yürüyor ağır ağır
yürüyor...

rüzgar deniz gibi köpürüyor
esiyor deniz rüzgar gibi
akıyor iki yandan ışıklar
düşen yıldızlar gibi
sesler geliyor derinden
kalbin uzak sahillerinden:
- nereye gidiyorsun yavrum benim nereye?
dön sevgilim, dön kardeşim,
dön evimin erkeği, dön geriye...

yürüyor o
ıslıkla kızgın bir ölüm marşı çalarak
yürüyor o
gövdesi bir gemi gibi yükselerek, alçalarak.
yürüyor adım adım
yürüyor ağır ağır
yürüyor...

kim bilir
belki bir daha sokmayacak parmaklarını
dizi dibinde dikiş diken kardeşlerinin sarı saçlarına,
ve belki bir daha altında yatıp
güneşe giden yeşil bir yola bakar gibi
bakmayacak gürgen ağaçlarına...

yürüyor o, yürüyor.
açık geniş adımlarla arşınlıyor yolları.
ağır iki balyoz gibi sallanıyor kolları.
kıllı göğsü bir kalkan gibi kabarık...

işitmiyor artık
hep aynı tahta masanın başında akşamlayan
hasta topal dostların
kalbe karanfil ruhu gibi damlayan
sözlerini.

çıplak
iki bıçak
gibi çekmiş yüzünde gözlerini
yürüyor düşmana doğru.

yürüyor adım adım
yürüyor ağır ağır
yürüyor...

nazım hikmet

4 Aralık 2008 Perşembe

albert camus 'veba' adlı romanından


"Oysa o günle ilgili aklımda tek bir görüntü kaldı, suçlunun görüntüsü. Aslında onun suçlu olduğunu sanıyorum, nedeninin ne olduğu pek önemli değil. Ama kızıl saçlı ve yoksul, otuz yaşlarındaki adamcağız her şeyi kabullenmeye öyle kararlı, yaptığından ve kendisine yapılacak olandan öyle içtenlikle korkmuş görünüyordu ki, birkaç dakikanın sonunda artık ondan başka hiçbir şey göremez olmuştum. Çok fazla çiğ bir ışıkla diken diken olmuş bir baykuşa benziyordu. Kravatının düğümü yakasının orta yerinden yana kaymıştı. Tek bir elinin, sağ elinin tırnaklarını kemiriyordu. Uzatmayayım, onun canlı olduğunu anladınız,.
"Ama ben o âna kadar onu yalnızca o alışılmış 'suçlu'
kategorisi çerçevesinde düşündüğümü ansızın fark ediyordum. O sırada babamı unuttuğumu söyleyemem, ama birşeyler midemi sıkıştırıyor, tutukluya yönelttiğim dikkati yok ediyordu. Neredeyse hiçbir şeyi dinlemiyordum, bu canlı adamı vurmak istediklerini hissediyordum ve dalga gibi olağanüstü bir içgüdü, beraberindeki inatçı bir körleşmeyle beni sarıp. sarmalıyordu. Ancak babamın iddianamesiyle kendime geldim.
"Kırmızı cüppesinin içinde değişime uğramış, ne o sevecen kişi, ne de o saf adamdı; ağzından yılan gibi durmadan çıkıp duran koca koca tümceleri yine ağzıyla eziyordu. Ve toplum adına bu adamın ölümünü, hatta kafasının kesilmesini talep etti. Yalnızca şöyle diyordu: 'Bu baş düş-meli', gerçek bu. Ama sonuçta arada ne fark vardı ki? Ve sonuç değişmedi, çünkü o başı elde etti. Yalnızca o işi gerçekleştiren kendisi değildi. Ve ben, başından sonuna kadar bu davayı eksiksiz izlemiş bir kişi olarak babamın hissede-meyeceği türden baş döndürücü bir yakınlık duydum o talihsiz adama. Öte yandan babam, nazikçe denildiği gibi suçlunun son anlarına katılmak zorundaydı usûl gereği, aslında buna cinayetlerin en iğrenci demek gerekir.
"O günden sonra Chaix rehberine bakarken hep bir mide bulantısı duydum. O günden sonra iğrenerek adaletle, ölüm cezalarıyla, infazlarla ilgilendim ve babamın cinayete birçok kez katılmış olması gerektiğini aynı baş dönmesiyle anladım, özellikle çok erken kalktığı günlerde. Evet, çalar saatini kurardı böyle durumlarda. Anneme bundan söz etmeye cesaret edemiyordum, ama o zaman annemi daha dikkatle inceledim; aralarında hiçbir şey olmadığını ve onun her şeye sırt çevirerek bir yaşam sürdürdüğünü anladım. O zamanlar dediğim gibi, bu benim onu bağışlamamı sağladı. Daha sonra onun bağışlanacak hiçbir şeyi olmadığını öğrendim, çünkü evleninceye değin tüm yaşamı boyunca yoksul olmuştu ve yoksulluk ona boyun eğmeyi öğretmişti.
"Hemen evden ayrıldığımı söylememi bekliyorsunuz kuşkusuz. Hayır, aylarca orada kaldım, neredeyse bir yıl kadar. Ama içim rahat değildi. Bir gün babam çalar saatini istedi, çünkü sabah erken kalkması gerekti. O gece uyumadım. Ertesi gün o eve döndüğünde, ben ayrılmıştım. Hemen söyleyeyim, babam beni her yerde arattı, onu görmeye gittim ve hiçbir açıklama yapmadan, eğer beni geri dönmeye zorlarsa kendimi öldüreceğimi ona sakin sakın söyledim. Sonunda kabul etti, çünkü yumuşak mizaçlıydı; kendi hayatını yaşamak istemenin saçmalığı üzerine bir nutuk çekti (benim davranışımı böyle açıklıyordu, ben de buna karşı çıkmadım), binlerce öğütte bulundu ve içtenlikle gözlerine dolan yaşları bastırdı. Sonradan, epey sonra, düzenli olarak annemi görmeye gittim, o zaman onunla da karşılaştım. Sanırım bu ilişkiler ona yetiyordu. Kendi açımdan ona düşmanlık duymuyordum, yalnızca yüreğimde bir parça üzüntü. Öldüğünde annemi yanıma aldım ve sırası gelince o da ölmeseydi hâlâ yanımda olacaktı.
"Bu başlangıç üzerinde fazlasıyla durdum, çünkü her şeyin başlangıcı bu oldu. Şimdi hızlanacağım. On sekiz yaşımda rahat bir yaşamdan çıkıp yoksulluğu tanıdım. Yaşamımı kazanmak için binlerce iş yaptım. Yararını da gör
medim değil. Ama beni asıl ilgilendiren ölüm mahkûmiyetiydi. Kızıl baykuşla hesabı kapatmak istiyordum. Sonuçta siyaset yaptım, öyle denir ya. Bir vebalı olmak istemiyordum, hepsi bu. içinde yaşadığım toplumun ölüme mahkûmiyet üzerine kurulu olduğunu biliyordum ve onunla mücadele etmekle cinayetle de mücadele edeceğime inandım. Buna inandım, başkaları da bunu bana söyledi ve son olarak büyük ölçüde bunun doğru olduğunu söylemeliyim. Böylece sevdiğim ve her zaman seveceğim kişilerin yanında yer aldım. Orada uzun süre kaldım ve Avrupa'da mücadelelerine katılmadığım ülke yoktur. Geçelim.. "Tabii ki bizlerin de fırsat bulunca mahkûmiyetleri ağzımıza aldığımızı biliyordum. Ama bu birkaç ölünün kimsenin öldürülmediği bir dünyaya ulaşmak için gerekli olduğu söyleniyordu bana. Bir bakıma bu doğruydu Ve her şeyden öte, belki de ben bu tür gerçeklerin içinde yer alacak durumda değildim. Kesin olan, benim tereddüt etti-ğimdi. Ama baykuşu düşünüyordum. Bir infaza tanık olduğum (Macaristan'daydı) güne ve çocukken beni saran o baş dönmesinin benim kocaman adam gözlerimi kararttığı güne kadar böyle sürebilirdi bu.
"Bir insanın kurşuna dizildiğini hiç gördünüz mü? Hayır, tabii, genellikle davetli olmak gerekir ve izleyiciler önceden seçilir. Sonuçta siz resimlerde ve kitaplarda kalmışsınız. Bir bant, bir direk ve uzakta birkaç asker. Hiç öyle değil! Tetikçi birliğinin, tam tersine, mahkûmun bir buçuk metre yakınında durduğunu bilir misiniz? Mahkûmun iki adım atsa göğsüyle silahlara çarpabileceğini bilir misiniz? Bu kısacık mesafede tetiği çekenlerin kalbe nişan aldığını ve hep birlikte orada bir yumruğun girebileceği büyüklükte bir delik açtıklarını bilir misiniz? Hayır, bunu bilmezsiniz, çünkü bunlar konuşulmayan ayrıntılardır. İnsanların uykusu vebalıların yaşamından daha kutsaldır. İyi insanların uyumasına engel olmamak gerekir. Kötü bir tat bırakırdı böyle bir şey ve tadın yerinde olması için ısrara yer yoktur, herkes bilir bunu. Ama ben, o zamandan buyana iyi uyuyamadım. Kötü tat ağzımda kaldı ve ısrar etmekten yani bunu düşünmekten vazgeçmedim.
"O zaman anladım ki, en azından ben, vebayla mücadele ettiğimi sandığım o uzun yıllar boyunca bir vebalı olmaktan öteye gidememişim. O zaman anladım ki, dolaylı yoldan binlerce insanın ölümüne göz yummuşum, hatta o ölümü kaçınılmaz biçimde getiren eylem ve ilkeleri doğru bularak buna kendim yol açmışım. Başkaları bundan rahatsızlık duymuyor gibi ya da en azından asla bu konuyu kendiliğinden açmıyorlardı. Benim boğazım düğüm düğümdü. Ben onların arasındaydım, ama yalnızdım. Kaygılarımı dile getirdiğim zamanlarda olan biteni düşünmem gerektiğini bana söylüyorlar ve bir türlü yutamadığım şeyi bana yutturmak için çoğu kez etkileyici nedenler önüme sürüyorlardı. Ama ben karşılık olarak, o büyük vebalıların, kırmızı cüppelilerin de bu gibi durumlar için harika nedenleri olduğunu ve küçük vebalıların sözünü ettiği önemli nedenleri ve gereklilikleri kabul edersem büyük vebalıların nedenlerini reddedemeyeceğimi söylüyordum. Bana diyorlardı ki, kırmızı cüppelilere hak vermenin en iyi yolu mahkûmiyetleri onların tekeline bırakmaktır. Ama o zaman ben de diyordum ki, bir kez göz yumuldu mu, vazgeçmek için bir neden kalmaz. Bana öyle geliyor ki, tarih beni haklı çıkardı; bugün kim daha fazla öldürürse o en büyük. Herkes öldürme çılgınlığına kapılmış ve ellerinden başka türlüsü gelmiyor.
"Ne olursa olsun benim derdim akıl yürütmek değildi. O kızıl baykuştu, o berbat hikâyeydi, o pis vebalı ağızların zincirler içindeki bir adama öleceğini söylediği ve o geceler boyu gözleri açık ölüme gideceği günü neredeyse bir can çekişmesiyle beklerken ötekilerin onun ölmesi için her şeyi yola koyduğu o pis hikâyeydi. Benim derdim o göğüste açılan delikti. O arada ben de en azından kendi adıma, bu iğrenç kasaplık için tek bir neden bile ileri sürmeyeceğimi kendi kendime söylüyordum. Evet, daha açık görmeyi beklerken bu inatçı körleşmeyi seçtim.
"O zamandan beri değişmedim. Uzun süredir utanıyorum, uzaktan bile olsa, iyi niyetle bile olsa ben de bir katil olmaktan ölesiye utanç duyuyorum. Zamanla başkalarından çok daha iyi olanların bile bugün öldürmekten ya da ölüme göz yummaktan kendilerini alamadıklarını görüyorum, çünkü içinde yaşadıkları mantık böyle gerektiriyordu ve ölüme neden olmaksızın şu dünyada tek bir hareket bile yapamıyorduk. Evet, utanç duymaya devam ettim, şunu öğrendim; hepimizin vebanın içinde olduğunu öğrendim ve iç huzurumu yitirdim. Onları anlamaya ve kimsenin can düşmanı olmamaya çalışarak bugün hâlâ onu arıyorum. Artık bir vebalı olmamak için ne yapmak gerektiğini ve huzuru ya da huzur yoksa eğer, iyi bir ölümü umut etmemizi sağlayacak şeyin yalnızca bu olduğunu biliyorum. İşte insanları kurtarmasa da avutabilecek, ya da en azından onlara en az zarar verecek, hatta bazen de iyilik yapabilecek şey bu. İşte bu nedenle, uzaktan ya da yakından, haklı ya da haksız nedenlerle insanları öldüren ya da öldürmeyi haklı çıkaran ne varsa hepsini reddetmeye karar verdim.
"İşte, yine bu nedenle bu salgının bana öğrettiği hiçbir şey yok, onunla sizin yanınızda mücadele etmekten başka. Sağlam bilgilere dayanarak (görüyorsunuz ya Rieux, yaşamla ilgili her şeyi biliyorum) herkesin vebayı kendi içinde taşıdığını çünkü kimsenin, hayır kimsenin bundan kurtuluşu olmadığını biliyorum. Bir dikkatsizlik sırasında başkasının yüzüne doğru soluk vererek ve ona hastalık bulaştırmamak için hep dikkatli olmak gerektiğini de biliyorum. Doğal olan, mikroptur. Gerisi, sağlık, dürüstlük, saflık; bunlar iradenin, hiç susmaması gereken bir iradenin bir sonucudur diyebiliriz. Dürüst insan, kimseye mikrop bulaştırmayan insan, en az dalgınlık yapandır. Ve hiç dalgınlık yapmamak için irade ve çelik gibi gergin olmak gerekir! Evet Rieux, bir vebalı olmak çok yorucudur. Vebalı olmamayı istemekse daha da yorucudur. İşte bu nedenle herkes yorgun gibi duruyor, çünkü bugün herkes biraz vebalı. Ama işte bu nedenle, artık vebalı olmak istemeyen bazı kişiler sonsuz bir yorgunlukla karşı karşıya ve bundan onları ancak ölüm kurtarabilir.
"Bu dünya için bir hiçbir değerim olmadığını ve öldürmeyi reddettiğim andan başlayarak kendimi belirli bir sürgüne mahkûm ettiğimi biliyorum. Tarihi başkaları yapacak. Başkalarını yargılayamayacağımı da biliyorum kesinlikle. Sağduyulu bir katil olmak için gereken bir özellik eksik ben de. Bu da bir üstünlük değil. Ama şimdi, gerçekte olduğum kişi olmaya razı geliyorum, alçakgönüllülüğü öğrendim. Yeryüzünde felaketler ve kurbanlar olduğunu ve elden geldiğince felaketin yanında yer almamak gerektiğini söylüyorum yalnızca. Belki size basit gelecektir bu ve ben basit olup olmadığını da bilmiyorum, ama gerçek olduğunu biliyorum. Başımı döndürecek ve başkalarını cinayete razı edecek denli baş döndürmüş öyle çok kanıt duydum ki, insanların tüm mutsuzluğunun açık konuşmamalarından kaynaklandığını anladım. O zaman, doğru yolda olmak için açık konuşmak ve açık davranmayı seçtim. Sonuçta, felaketlerin ve kurbanların olduğunu söylüyorum, başka da bir şey demiyorum. Eğer bunu söylerken kendim bir felakete dönüşüyorsam, en azından gönül rızamla değildir bu. Masum bir katil olmaya çalışıyorum. Görüyorsunuz ya, büyük bir hırs değil bu.
"Tabii ki bir üçüncü kategorinin, gerçek doktorların da olması gerekirdi, ama bunun çok karşılaşılan bir şey olmadığı ve güç bir şey olduğu bir gerçek। İşte bu nedenle, her fırsatta zararı azaltmak amacıyla, kurbanların yanında yer almaya karar verdim. Kurbanların ortasında üçüncü kategoriye, yani huzura nasıl ulaşılır, en azından bunu araştırabiliyorum."
albert camus 'veba' adlı romanından

3 Aralık 2008 Çarşamba

GECENİN NAL SESLERİ ARASINDA


Gecenin büyük kapısı önündeki kara beygirin nal sesleri arasında,
hâlâ titriyor yüreğim bir zamanlarki gibi ve uzatıyor eyeri uçarcasına,
Diomedes'in ödünç verdiği yular gibi, kıpkırmızı.
Güçlü rüzgâr öncülüğümü yapmakta
karanlık yollarda ikiye bölerek uyuyan
ağaçların kapkara örgüsünü,
öyle ki, ay ışığıyla yıkanan meyveler
korkuyla sırtlara ve kılıçlara atlamaktalar,
ve ben indiriyorum kırbacımı
sırtına, çoktan sönmüş bir yıldızın.
Yalnızca bir kez yavaşlatıyorum adımlarımı, senin nankör dudaklarını
öpmek için, saçların dizginlere dolanmış
bile, ve pabuçların kumlarda sürükleniyor.


Hâlâ duymaktayım soluğunu

bir de hançer gibi sapladığın
o sözcüğü.


Ingeborg BACHMANN

weimar

23 Kasım 2008 Pazar

Eylülün Sesiyle


Eylülün Sesiyle / Edip Cansever

Baylar!
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
"Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar."

Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.

Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.

Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluuğu giyinmek mi olur
Olsun
İşte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğinde -çocuğunu emziriyor yaz-
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.

Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.

Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımal dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.

Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun-
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
İçi yangından alev alev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi..
.

22 Ekim 2008 Çarşamba

'görünmez bir nisan ayının günlüğünden'


ÇARŞAMBA, 8


Kapılara pencerelere vuran kim?

Nedir durmadan tekrarladığı - bir şurada
bir ötede - vantrlog rüzgarın?

Yarılmış saçları ve kedi gözleriyle cama
resmedilmiş olan bu kadın ne ister benden?

Çok uzaklardaki o askerin trompetiyle
çaldığı yalnızlık nasıl bir yalnızlıktır?

Gün mü ağarıyor yoksa karanlık mı
basıyor?
Odiseas ELİTİS
'görünmez bir nisan ayının günlüğünden'

4 Mart 2008 Salı

belki




belkide beklediğim bir işaret vardı!!!! gündüzlere sığdıramayıp gecelere taşırdığım o anlamsız hüznün alıp götürdüğü hayata dair bir işaret; yeniden tutunabilmek için...

akintiyakarşiakintininicinde

9 Ocak 2008 Çarşamba

acz'e dair



TANRININ ÖLÜMÜ (1)


“Şimdiye kadar hiç kimse bana gelip de,”Sen bir aptalsın! Tanrı diye bir şey yok. Birisi tüm bunları sana yutturuyordu.” demedi. Bunun cinayet olduğunu sanmıyorum. Sanırım Tanrı yıllar geçtikçe ve ben onun varlığından vazgeçtikçe öldü ve bu beni hiçte şok etmedi. Belki de din konusundan hiçbir zaman çok fazla etkilenmeyişimdendir. Pazar okuluna gittim ve İsa ve yıldızı ile ilgili hikayeleri sevdim.Çok büyüleyiciydiler ama onlara inanmadım. Çok muğlaktı. Fakat Tanrı başka bir şeydi.O gerçek bir şeydi.Hissedebildiğim bir şeydi.Fakat sadece bazı zamanlarda hissedebiliyordum onu.Geceleri tırnaklarımı,dizlerimi ve dişlerimi temizlemiş olarak temiz çarşafların içine yatar ve Tanrıyla konuşurdum. Şimdi temizim. Hiç bu kadar temiz olmamıştım.Ve hiç daha temiz olmayacağım.Fakat bu din değildi.Bununla ilgili fiziksel olan çok fazla şey vardı. Bir süre sonra Tanrı hissi süre gelmemeye başladı, geceleri bile.Başbakan”Tanrı her şeyi görür ve tüm çocuklarını gözetir”dediğinde, ne demek istedi diye merak etmeye başladım.Fakat eğer Tanrı çocukları olan bir baba ise,o zaman hissettiğim temizlik duygusu Tanrı değildi. Böylece geceleri yatağa girdiğimde temiz olduğumu düşünürdüm…. Uykulu olduğumu . Ve uykuya dalardım. Bu temizlik duygumun bana hissettirdiği neşeyi azaltmadı.Sadece Tanrını orada olmadığını biliyordum.Bazen onu hatırlamayı yararlı bulurdum.Özellikle de önem verdiğim şeyleri kaybettiğimde. Tüm evi nefesim kesilinceye kadar panik içinde arayıp, odanın ortasında durup gözlerimi kapatıp,”Lütfen Tanrım kırmızı kuşaklı mavi şapkamı bulmama yardım et “derdim. Genellikle işe yarardı. Bu beni Tanrının tüm çocuklarını eşit olarak sevdiğini fakat benim mavi şapkamla vakit harcarken, diğerlerinin anne ve babalarını sonsuza kadar kaybetmelerine göz yumduğu gerçeğini anlamaya başlayana kadar tatmin etti.Şunu anlamaya başladım ki aslında onun insanların ölmeleriyle yada şapkalarıyla pek de ilgisi yoktu.Bunlar O istese de istemese de oluyordu. O cennette duruyor ve tüm bunlar olmuyormuş gibi davranıyordu. Tanrının niçin bu kadar faydasız olduğunu biraz olsun merak ediyordum.Ona sahip olmak zaman kaybı gibiydi.Hiç kimseden yardım almadan gerçeği bulmuş olmaktan gurur duyuyordum.Diğerlerinin bunu fark edememiş olması beni şaşkına çeviriyordu.Tanrı gitmişti.Niçin bunu göremediler? Bu hala beni şaşkına çeviriyor.”

Frances Farmer,Tanrının Ölümü, West Seattle Chinook,1931