22 Nisan 2009 Çarşamba

Hiç için Metinler'den


-XII-

Varolduğum yer, gideceğim, anımsanacağım, düşleneceğim yer bir kış gecesiydi, önemi yok bunun, inanıyordum kendime, inanıyordum kendim olduğuma, hayır, gerek kalmadı buna, başkaları var ya, nerede, başkalarının dünyasında, uzun ölümlü yollar üzerinde, göğün altında, bir sese sahip, hayır, gerek kalmadı,
hareket edecek güç de kalmadı arada sırada, başkaları, sahici olanlar hareket ediyorlar ya ama yeryüzünde, yeni bir ölüm, yeni bir uyanış süresince, burada bir şeyler değişsin de, bir değişim olsun da, doğumlar daha uzak olsun diye, ölümler daha uzak olsun diye, ya da bu anı ve düşlerle dolu fısıltının içinde ve dışında yeniden yaşama dönülsün diye beklerken.
Aysız, yıldızsız, ama aydınlık bir kış gecesi, görüyor bedenini, tüm önünü, önünün bir parçasını, ne aydınlatıyor bu olanaksız geceyi, bu olanaksız bedeni, onda anımsıyorum kendimi, sahici geceyi, sabahsız geceyi düşlüyorum, ve nasıl yarına çıkacağını, yarına nasıl katlanacağını, tanla birlikte yükselen güne; düne nasıl katlandıysa öyle katlanacak.
Ah biliyorum, ben değilim o, henüz değilim, eski bir savaşçı o, günlere ve gecelere alışık, ama unutuyor, beni düşünüyor, gerektiğinden çok düşünüyor,gün doğumuna daha çok var, belki de sonunda geldi güneşin bir daha doğmayacağı gün.
Söylediği bu işte, birazdan kendisinden ayrılacak sesiyle, belki bu gece; nasıl da aydınlık, diyor, nasıl geçireceğim yarınımı, dünümü nasıl geçirdimse, yarınımı da öyle geçireceğim, öf,işte bitti, sabaha daha çok var, kim konuşuyor benimle böyle, sanki yerini almışım gibi, yaşamına kastetmişim gibi kim yok sayıyor böyle beni, ah şu hiç kurtulamadığım utanç duygum engel oldu yaşamama, yaşamaktan duyduğum utanç engel oldu yaşamama, işte böyle, aynı saçmalıkları yineleyip duruyor, çenesi yüreğinde, kolları diz hizasında sallanıyor, gecenin içinde.
Beni onun içine, hala yaşayan onun içine, sürüklemeyi başaracaklar mı bakalım, benim anım ve düşüm bu, ama orada değil miyim uzun süredir, orada değil miydim oldum olası, bir zerre duyulan pişmanlık gibi; can çekişip duranın gizli tuttuğu gecem değil mi bu, duruşmadan kaçtığım davam değil mi bu; şuandan başlayarak ölene kadar varolabilmem için tek şansım elimdeki,peki böyle zırvalayan kim, öf, her yanda sesler, her yanda kulaklar var, biri konuşmaya ara vermeden, Kim konuşuyor, diyor, biri işitiyor, dilsiz biri, herkesten uzakta hiçbir şey anlamıyor, her yana dağılmış bedenler, eğilmişler, yerinde duruyorlar, umutlarımın yeşerdiği yerde, umutlarımın sıfırlandığı yerde, şu ilk gelenden farksız.
Kimse beklemeyecek, o da, ötekiler de beklemeyecek, kimse ben onun içinde yaşayayım diye, onunla birlikte öleyim diye beklemedi hiç, ama acele edin, tümü de ölüyor, Hadi çabuk ölelim,çabuk, o olmadan, yaşadığımız gibi, daha çok gecikmeden, yaşadıklarımız elimizden alınmadan, diyerek. Şimdi geldik ötekine,doğal bu, beni başarısızca üstlenmeye çalışarak, kendini başarısızca silmeye çalışarak saçmalayıp duran, şu son öteki konusunda, sayıdan da, kişilikten de yoksun, terk edilmiş varlığı ilgi odağımız olan öteki konusunda hiçbir şey söylenemez.
Bakın üçüne de güzel bire indirgendi, hem de hiçten farksız bir bire. Öyleyse,zamanı geldi, dememi bekliyorlar, yeryüzü bu işte, artık yitirmekte olduğum bana verilmiş olan beynim, yüreğim gibi organlarım, onları yitirir yitirmez bir başkasına ait olacak, çok teşekkür ederim;burada ona böylesine sıkı sözler ettirildiğini işitince, gülüyor,varolmayan bilgeliğin sessiz gülüşüyle, düşkünleşmeye başladınız,itiraf edin bunu, bisiklete binmeye başlayacaksınız sonunda.
Muhasebeciler korosu bu, tek bir kişiymişcesine söylüyorlar düşüncelerini, onlara katılacaklar var ayrıca, yeryüzündeki tüm insanlar bile yetmeyecek, milyarların bitiminde gereksinme duyuyorsunuz bir tanrıya, varlığına tanıklık edilmeyen her şeyin tanığına, her şeyin berbat olması nasıl da mutluluk verici, hiç bir şeyin hiçbir zaman olmaması, yaşamasız sözcüklerden başka varolan bir şeyin olmaması.

Samuel Beckett

15 Nisan 2009 Çarşamba

İntihar Üstüne


Kendimi öldürmeden önce bana varoluştan yana güven verilmesini isterim, kuşku duymamak isterim.

Yaşam, benim gözümde, olguların belirginliğini ve akılda uyumlu biçimde birleşmelerini onaylamaktan öte bir şey değil. Ben, olguların toplanıp birleştiği zorunlu bir buluşma noktası gibi duymuyorum kendimi artık; şifalı ölüm, doğadan ayırarak iyileştiriyor bizi; ama ya ben, olgulara yol vermeyen acıların ürünüysem?

Ben kendimi öldürürsem bu, kendimi yıkmam için değil, ama kendimi yeniden oluşturmam için olacak; intihar, benim için, kendimi zorlu bir uğraşla yeniden ele geçirmemi, varlığımın içine baskın yapıp girmemi, belli belirsiz ilerleyen tanrıdan önce davranmamı sağlayacak bir araçtır yalnızca. İntiharla kendi tasarımı yeniden doğaya uyguluyorum, ilk kez kendi irademle biçimlendiriyorum her şeyi. Bana uygun olmayan organlarımın koşullandırmasından kendimi kurtarıyorum; ve yaşam, bana düşünmem için verileni düşündüğüm saçma bir talih oyunu olmaktan çıkıyor.

Yani kendim seçiyorum düşüncemi, ve güçlerimin, eğilimlerimin, gerçeklerimin yönünü. Güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün arasına yerleşiyorum. Askıda bırakıyorum kendimi; hiçbir yana eğilim göstermeden, yansız; iyilerin ve kötülerin kışkırtmalarının kurduğu dengenin kurbanıyım.

Çünkü yaşamın kendisi, bir çözüm değil; yaşam, seçilmiş, benimsenmiş, belirlenmiş hiçbir varoluş türüne sahip değil. Yaşam yalnızca, istekler ve olumsuz güçler dizisidir, tiksindirici bir rastlantıya bağlı koşullara göre amacına ulaşan ya da başarısızlığa uğrayan küçük karşıtlıklar dizisidir. Kötülük, her insana, eşit ölçüde verilmemiştir, deha da öyle, delilik de. Kötülük gibi , iyilik de, koşulların ve etkisini kimisinde çok kimisinde az gösteren bir mayanın ürünüdür.

Yaratılmak ve yaşamak ve değiştirilemeyecek biçimde belirlenmiş varlığının en akla gelmez dallarına, en küçük ayrıntılarına dek kendini hissetmek, kesinlikle aşağılık bir durumdur. Aslında biz ağaçtan başka bir şey değiliz ve olasıdır ki, benim soyumun ağacının bilmem hangi boğumunda, belirlenmiş bir günde kendimi öldüreceğim yazılıdır

İntihar özgürlüğü kavramı da, kesilmiş bir ağaç gibi düşüyor. İntiharımın ne zamanını, ne yerini, ne de koşullarını ben yarattım. Onun kavramını bulan da ben değilim, koparılmayı duyabilecek miyim?

Belki o anda varlığım parçalanıp dağılır; ama ya bütünlüğünü korursa, sakatlanmış organlarım nasıl işleyecek, varlığı olanaksız hangi organlarımla gözlemleyeceğim bu kopmayı? Ölümü, bir sel gibi duyuyorum üzerimde; gücünü bilemeyeceğim, apansız sıçrayan bir yıldırım gibi. Tatlarla ve dolanıp duran labirentlerle yüklü duyuyorum ölümü. Bunun neresinde benim varlığımın düşüncesi?

Bu Tanrı, beni, istediği gibi kullandı, saçma biçimde; beni canlı kıldı, yadsımaların yokluğunda, benim atak yadsımalarımın yokluğunda, düşünülen yaşamın, duyulan yaşamın en küçük kıpırtılarını bile yok etti bende. Yürüyen bir robot durumuna indirgedi beni; ama öyle bir robot ki, bilinçsizliğinin kırıldığını duyumsuyordu.
Ve işte ben, yaşamakta olduğumu göstermek istedim, şeylerin çınlayan gerçekliğiyle birleştirmek kendimi, yazgımı parçalamak istedim

Tanrı ne dedi buna?
Yaşamı hissetmiyordum; değer yargılarıyla ilgili her kavramın dolaşımı, bende, kurumuş bir ırmaktı. Yaşam, bir nesne, bir biçim değildi bende; bir dizi mantık yürütmeydi yalnızca.

Ama boşuna işleyen, bir yere ulaştırmayan mantık yürütmelerdi bunlar ve bende, irademin kesinleştiremediği "taslaklar" biçiminde kalıyorlardı.

Buradan intihar durumuna geçmem için de benliğimin bana geri dönmesini beklemeliyim, varlığımın tüm eklemlerini özgürce oynatabilmeliyim. Tanrı beni, umutsuzluğun içine bıraktı, sanki ışıkları bana ulaşan çıkmazlar burcunun ortasına bıraktı.

Ben artık ne ölebiliyorum, ne yaşayabiliyorum, ne de ölümü ya da yaşamı istememezlik edebiliyorum. İnsanların tümü de benim gibi.

antonin artaud

25 Mart 2009 Çarşamba

Hugh Selwyn Mauberley


V
On binlercesi öldü orda
Öldü içlerinde en iyileri
Dişsiz bir orospu için öldüler

Kaba bir uygarlık için baştan savma

Güzel ağızlarda sevimli gülümseme
Akılla ışıldayan gözler kaybolup gitti
Toprağın gözkapaklarının altında

İki düzine kırık heykel adına
Birkaç bin eski püskü kitap adına

Ezra Pound

15 Şubat 2009 Pazar

Açık Yolun Şarkısı


--> -->

AÇIK YOLUN ŞARKISI
1
Yayan olarak, yüreğim sevinç içinde çıkıyorum açık yola, 
Sağlıklı, özgür, bütün dünya önümde, 
Uzun, toprak rengi patika önümde, nereye istesem götürür 
beni. 

Bundan böyle talihin arkasına düşmeyeceğim, ben kendim 
talih'im, 
Bundan böyle sızlanmayacağım, işimi geri bırakmayacağım, 
hiçbir şey istemeyeceğim, Çatı altındaki mızmızlıklardan, kitaplardan, her şeye bir 
kusur bulan kurallardan bıktım artık. 
Güçlü, doygun, açık yolda yürüyorum. 

Yeryüzü yeter bana, 
Yıldız kümeleri daha yakın olsa demem, 
Biliyorum, oldukları yerde iyidir onlar, 
Biliyorum, kendi üstündekilere de onlar yeter. 

(Ben, burada, hâlâ o eski, o tatlı işimi yapıyorum, 
insanları taşıyorum, kadın erkek, nereye gidersem birlikte 
götürüyorum, 
Yemin ederim, onlardan kurtulmak olanaksız benim için, 
Onlarla doluyum ben; karşılığında ben de onları dolduraca­ğım.) 
Haydi! kim olursan ol, gel, benimle yürü! 
Benimle yürürken, insanı hiç yormayan, bıktırmayan şeyi 
bulursun. 

Toprak hiç bıktırmaz insanı, 
Toprak kabadır, sessizdir, kolay anlaşılmaz, doğa kabadır, 
kolay anlaşılmaz, 
Cesaretin kırılmasın, ilerle, tanrısal şeyler vardır üstleri iyice 
örtülü, 
Sana yeminle söyleyeyim, sözcüklerin anlatamayacağı kadar 
güzel, tanrısal şeyler vardır. 

Haydi! durmamalıyız burada, 
Ne kadar tatlıysa da bu biriktirilmiş şeyler, ne kadar kullanışlıysa da bu ev, biz burada kalamayız, Ne kadar kuytuysa da bu liman, ne kadar durgunsa da bu 
sular, biz burada demir açmamalıyız, 
Ne kadar iç açıcıysa da bizi saran bu konukseverlik, biz onu 
yalnızca kısa bir zaman için tatmaya izinliyiz. 
11 
Dinleyin! açık konuşacağım sizinle, 
Ben eski, pürüzsüz ödüller vermiyorum, ben kaba, 
yeni ödüller veriyorum, 
Bugünü, kendi günlerinizi yaşamalısınız diyorum: 
Siz zengin olmaya bakmayacaksınız, 
Siz bütün kazandıklarınızı, ya da ele geçirdiklerinizi, 
cö­mertçe dağıtacaksınız, 
Gitmekte olduğunuz kente vardığınızda, şöyle oturup yor­gunluğunuzu bile almadan, dayanılmaz, karşı durulmaz bir ses çağıracak sizi, yeniden yola çıkacaksınız, 
Arkanızda kalanlar gülümseyecek, alay edecek, dudak bü­kecekler, 
Aşklarını sunanlar da olacak, onlara yalnızca ateşli ayrılış öpücükleriyle cevap vereceksiniz, 
Sizi tutmak, yolunuzdan alıkoymak için, ellerini uzatanların dokunuşlarına göz yummayacaksınız. 
14 
Haydi! kavgaların, savaşların arasından, ileri! 
Yola çıkarken söyledik nereye gideceğimizi, değiştirmek olmaz. 

Eski kavgaların bir yararı oldu mu? 
Kime yararı oldu? size mi? ulusunuza mı? doğaya mı? 
Şimdi iyi dinleyin beni, anlamaya çalışın — her şeyin yapısı 
böyle örülmüş, her başarının getirdiklerinden, ne olursa 
olsun, daha büyük bir kavgayı gerekli kılan bir şey çıkı­yor ortaya. 
Benim çağrım savaş çağrısıdır, ben gerçek bir başkaldırmaya 
çağırıyorum insanları, 
Benimle gelecek olanlar tepeden tırnağa silahlanmak, 
Benimle gelecek olanlar açlığa, yoksulluğa, kızgın düşman­lara, tek başına kalmaya katlanabilmen. 
15 
Haydi! yol önümüzde! 
Korkacak, çekinecek bir şey yok — ben daha önce de geçtim 
bu yoldan — ayaklarım bilir bu yolu — durmayın, geride 
kalmayın! 
Bırak yazılmamış kâğıtları masanın üstünde, kitap açılma­sın, 
kalsın öylece! 
Bırak aletleri çalıştığın yerde! bırak, para kazanılmasın! 
Bırak dursun okul! kulak asma bağırmasına öğretmenin! 
Bırak, din adamı konuşsun istediği kadar! 
bırak, avukat sa­vunmasını yapsın, yargıç yasaları açıklasın. 

Arkadaş, sana elimi veriyorum! 
Sana paradan daha değerli olan sevgimi veriyorum, 
Sana din konuşmalarından, yasalardan önce, kendimi veri­yorum; 
Sen de bana kendini verecek misin? gelip benimle yürüye­cek misin? 
Yaşamımız boyunca birbirimize bağlanacak, tutunacak mıyız?

(Song of the Open Road'dan)Walt Whitman 
Türkçesi: Memet Fuat

9 Şubat 2009 Pazartesi

yitik adalet




onlar sanıyorlar ki biz sussak mesele kalmayacak. halbuki biz sussak, tarih susmayacak. tarih sussa hakikat susmayacak. onlar sanıyolarlar ki bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. halbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar. tarihin azabından kurtulsalar tanrının gazabından kurtulamayacaklar.
Sezai Karakoç

22 Ocak 2009 Perşembe

hüzünler II



Baktım ki her durakta bir katil
Her köşebaşında bir köşedönmeci fırlatma

Baktım ki her limanda bir ölüm timi
Her istasyonda bir gizli takipçi
Baktım ki kurduğum bütün saatlerin yelkovanı
yüreğime saplanacak birer
hançer gibi

Baktım ki bir aşık hızıyla fırlıyor raylarından
Bütün hücrelerimi titreten hüznümün son aşk treni
Baktım ki aceleyle kapanıyor kar tınazlarıyla
hangi baharın kapısını çalacak olsam

Baktım ki bulamıyorum çaresini;
'Hangi sözü makaslayıp hangisini bileyerek çıraksa ki,
buda onun imgesiydi desinlerin
Baktım ki sen değilsin;bunlardan başka engel yok
şiire;

Baktım ki verdiğim bütün ifadeler
eski gümsemelerimin birer gölgesiymiş nerdeyse
Baktım ki kimse kabullenmiyor
devri teslim gerektiren ağırlıklarımdan hiçbir parçayı
Baktım ki kusturacak beni de '68'den kalanların büyük,

ağız ishali
Anladım ki yokmuş 'halkların vicdanı'

(Evet yoktur halkların vicdanı.Neden bu haldeyim dersiniz?)İçlerinden hiç silinmez onların eli kanlı meduzalar.Vicdan dediğin yalnızca okuyan gençliğin küçük bir parçasında var.-Sürdükleri jölelerden yapış yapış olsada saçları.Yiyip bitirsede onları, gözlerinde taşıdıkları bohem sarısı duyguları-...


Baktım ki her bakışımda yine kendimi sunuyor bana aynalar
Baktım ki aşka olan susamışlığım beni ölümün eşiğine getirdi
Ertelediğim yolculukların hepsinden vazgeçtim;

Nasılsa ben değilim yiyecek olan da beklemenin meyvesini...

Sadece şiirler okutsun beni
Kaldysa güzel anılar

Soysal Ekinci

14 Ocak 2009 Çarşamba

rêveries du promeneur Les solitaire


Yıllar süren heyecanlardan sonradır ki, sonunda kendime gelerek; talihsizlik günlerine sakladığım bu güçlerin değerini anladım. Haklarında yargıya varmam gereken bütün sorunları bir karara bağladığımdan, ilkelerimle durumumu karşılaştırınca, insanların budalaca düşüncelerine ve kısacık ömrün küçücük olaylarına değerinden çok önem verdiğimi gördüm; yine gördüm ki, yaşam bir sınav defteri olduğuna göre bu sınavların şöyle ya da böyle olmasının önemi yoktur; elverir ki onlardan beklenen sonuçlar çıksın. Böylece o sınavlar büyüdükçe, yeğinleştikçe, çoğaldıkça dayanma gücünün aynı ölçüde gelişmesinde yarar vardı. Ödülünü bekleyenler için, yeğinliği azalmayan hiçbir acı yoktur; işte bu ödüle inancım, daha önceki düşüncelerin ürünü olmuştur.

Her yandan uğradığımı duyumsadığım sayısız aşağılamalar sırasında, umudumu ve rahatımı bozan kaygı ve kuşku araları bulunmuyor da değildi. Anlayamadığım kimi ana noktalar zihnimde toplanarak, sanki yazgımın yükü altında ezilmeye yüz tutarken, beni büsbütün yıkmaya hazırlanıyordu. Çoğu kez, ileri sürüldüğünü duyduğum kimi yeni kanıtlar da vardı ki, daha önce tasarladıklarıma katılıyordu. O zaman, yüreğim beni boğuyormuşçasına bir "Ah!" çekerek kendi kendime diyordum ki: "Aklımda bulduğum avuntuların boş birer düşlem olduklarını görecek olursam, umutsuzluktan beni kim kurtarır? Bundan başka kimseyi avutmayan düşlemlerden ne umulur? Yalnızca beni besleyen duygularda, bugünkü kuşak, ancak yanılma ve boş düşünceler buluyor; gerçeği benimkinin tersi bir kanıda görüyor; benim bu kanıda içten olduğuma da pek inanmıyor; kendim de, istemim ne denli güçlü olursa olsun, onda kimi yenilmez güçlükler buluyorum, ama bunları alt edemediğim halde kanım değişmiyor. Ölümlüler arasında yalnızca ben mi bilgeliğe eriştim; aydın olan bir tek ben miyim? Her şeyin yerli yerinde olması için bana uygun gelmesi yeter mi? Öteki insanlara hiçbir türlü sağlam gelmeyen ve yüreğim aklımı desteklemese benim bile düşlem sanacağım görünüşlere temelli inanabilir miyim? Reddedemediğim düşlemlerimden çıkardığım ilkelere saplanacağıma, düşmanlarımın ilkelerini benimseyerek onları aynı silahlarla vurmaya çalışsaydım daha iyi olmaz mıydı? Kendimi akıllı biliyorum ama, boş bir yanılgıya aldanmış ve kurban gitmiş bir adamdan başka bir şey değilim."

O kuşku ve duraksama anlarında, kaç kez umutsuzluğa düşecek oldum! Bu durum bir ay sürseydi, bitmiştim. Ancak, bu bunalımlar sık sık gelmekle birlikte, kısaydı; onlardan henüz kurtulamadığım bugün dahi, rahatımı bozamayacak denli çabuk geçiyorlar! Yani, dereye düşen bir tüy suyun akıntısını nasıl bozamazsa, bu hafif kaygılar da ruhuma öyle, az dokunuyor. Gördüm ki, önceleri hakkında kararımı verdiğim noktaları yeniden kurcalamak, kendimi yeni gerçeklere ve yeni bir düşünme gücüne kavuşmuş varsaymak olacaktı; buna olanak bulunmadığına göre, yaştan gelen zihin olgunluğu çağında ve dingin yaşamımın gerçeği araştırmaktan başka bir ilgisinin olmadığı bir zamanda, umutsuzluktan doğmuş bitkinlik içinde beni büsbütün düşkün duruma sokmak isteyen düşünceleri, derin düşüncelerden sonra vardığım duygulara yeğleyemezdim. Yüreğimin bunca üzünç içinde kıvrandığı, ruhumun sıkıntıdan sendelediği, aklımın çevremi saran korkunç gizlerle şaşaladığı ve bütün alışkılarımın yaşlılığın ve kaygının etkisiyle zayıflayarak güçten kesildiği bugün, layık olmadığım halde çektiğim acıları ödünlemek için hazırladığım avunma yollarını geri mi çevireceğim; aklımın sağlam yanı dururken büsbütün mutsuz olmak için çöken yanına mı sarılacağım? Hayır. Bütün bu yüce davalar için karar verdiğim günden ne daha akıllıyım, ne de daha bilgili. Şimdi üzüldüğüm güçlüklerden o zaman da haberim vardı; ama beni durduramadılar; akla gelmeyenler de ortaya çıkarsa, bunlar, her dönemin, bütün bilgelerin, bütün ulusların kabul ettikleri ve insan yüreğine silinmemek üzere kazılmış sonsuz gerçekleri hükümsüz kılamayan hileli bir metafiziğin saçmalıklarıdır. Bunları düşünürken, bilirim ki duyularla sınırlanmış insan aklı onları layıkıyla kavrayamaz; böylece kendim kavrayabildiğimle kaldım ve ötesine gitmedim. Bir zamanlar verdiğim bu karar, akılcı bir karardı; ona aklımın ve yüreğimin onayıyla bağlı kaldım. Ona bağlanmakta direnmem için, şu dakikada bu denli çok neden varken, ne diye vazgeçeceğim? Vazgeçmemekte ne gibi bir tehlike var? Vazgeçmekten ne çıkarım olur? Bana acımasız davrananların mezhebine girmekle ahlaklarını da mı benimseyeceğim? O köksüz ve meyvesiz ahlak ki, kimsenin aklına ya da yüreğine girmediği halde, kitaplarda ya da tiyatronun parlak gösterilerinde gösterişli biçimde sergilenir; yoksa öteki sırdaşların iç mezhebini oluşturan, eylemlerinde egemen olan ve şimdiye dek bana ustaca uygulanagelen gizli ve hain ahlakı mı benimseyeceğim? Tümüyle "saldırı" olan bu ahlak, savunmaya yaramaz. Düşmanlarımın beni içine düşürdükleri durumda, hangi işime yarardı ki? Yıkımımda bana güç veren, yalnızca masumluğumdur; onun yerine kötülüğü koysam daha mutsuz olmaz mıyım? Kötülük etmekte düşmanlarıma yetişebilir miyim? Yetişsem de, edeceğim kötülüklerin hangisi beni kendi derdimden kurtarır? Beni kendi kendime karşı küçük düşürmüş olur ve üstelik de hiçbir şey kazanmam.boşa gidecek. Seçmeye da

İşte böyle düşünerektir ki aldatıcı düşüncelere; anlaşılmaz kanıtlar, ne benim ne de belki insan zekâsının çözemeyeceği güçlüklere kapılmaksızın, kanılarımda sarsılmamayı başardım. Kendi zekâma gelince, o kendisine sağlayabildiğim en sağlam bir durumda değişmeksizin kalarak öyle rahat etti ki, eski olsun yeni olsun hiçbir yabancı düşünce, ne onun ne de benim rahatımızı kaçırabildi. Kafamın düştüğü yorgunluk içinde, kanılarımla ilkelerimi dayadığım düşüncelerimi unuttum, ama aklımın ve bilincimin onaylamasıyla çıkardığım yargıları artık unutmayacak ve bundan böyle onlara bağlanacağım. Filozofların hepsi gelip saldırsınlar bana; zamanları, emekleri ha elverişli bulunduğum zaman ne seçtimse, her bakımdan seçtiğimle kalacağım.

(rêveries du promeneur Les solitaire) JEAN-JACQUES ROUSSEAU

8 Ocak 2009 Perşembe

insanca


“...Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: Bu köprüyü geçip bana gelir misin? İşte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlarsam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın...”

İnsanca, Pek İnsanca;Friedrich NIETZSCHE

4 Ocak 2009 Pazar

canımın sıkıntı sınırı



Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. Öylesine bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum.Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor.Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. Yere göğe zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrının yönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı'yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını.Kefe'lerinden birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceler yığılıyor, işte yetkin eşitlik...her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. Bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi birgün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.
Nilgün MARMARA